Ailem Balkan Savaşı yıllarında Dimetoka’dan göçmüş. Babam hayata küsmüş eski bir yargıç… Hep çatık kaşlı, annem hep mızmız. Ablam Antakya’da okuyor. Kasabanın çocukları korkunç. Bol bol dayak yiyor, hakarete uğruyorum. Şikâyet edecek kimse yok.

 Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor. Ben yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman… Dilim başka ve gözlüklerim var. Gözlerim 6 numara miyop... Kendimden utanıyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundaydım. Anlıyorum ki; zalim ve kızgın bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kaçıp, kitapların dünyasına sığınmaktı.”

 “Sonra Antakya Sultanisi… İkinci yılında okulun adı değişti. Artık Türkçe, Arapça ve tarih dışında bütün dersler Fransızca okutuluyordu. On, on bir ve on ikinci sınıflarda tarih de Fransızca olarak okutulmaya başlandı. Entelektüel hayatım üzerinde etki yapan pek çok kitabı bu yıllarda okudum. Suç ve Ceza, baştan sona kadar okuduğum ve bir kısmını çevirdiğim, daha doğrusu çevirdiğimi sandığım ilk kitap oldu. Sonra Marks’ın Kapital’inin ikinci cildi ve diğer Batı klasikleri… Derken, Balzac’ı keşfettim. O benim aşkımdı. Ardından Emile Zola ve Andre Gide…”

1939’da Reyhanlı’da Komünizm propagandası yapmak ve Bağımsız Hatay Hükümeti’ni devirmeye teşebbüsten yargılandım. İki ay tutukluluk ve ardından beraat… Mahkemede, Marksist olduğumu haykırdığım zaman tek bir işçinin bile elini sıkmış değildim. Sadece namuslu olmak istiyordum. ‘korktuğu için sustu’ dedirtmemek adına…  Bir sığınaktı Marksizm, bir kaçıştı. Bir yaşama gerekçesiydi. Belki inanmıştım Marksizm’e… Eziliyordum, ezilenlerin yanındaydım.”

 “1941’de İstanbul’a geldim. Yıllarca aç kaldım. Koca şehirde yapayalnız... İstanbul’da bir dergide yayımlanan ilk, yazım, bir Balzac incelemesiydi. Bu dönem, en yoğun okuduğum dönemdi. Gözlerim giderek görme gücünü kaybediyordu. 1942’de Fevziye Menteşoğlu ile evlilik…29 Ekim 1942… Elazığ’dayım… İki yıl geçti, karıma Elazığ Lisesi’nde açık bulunan coğrafya hocalığını vermediler. Neden vermediler hâlâ bilmiyorum. Karım,  ikinci kez hamile… Doktor, ‘bu defa hayatı tehlikede’ deyince, rapor alarak İstanbul’a döndük.”

“ İkinci kez rapor aldım. Gözlerim hayli yorgun. Raporumu kabul etmediler. ‘Gelmezsen malûlen emekli sayılırsın’ dediler. Döndüm Elazığ’a… Geç kaldın diyerek yardımcı öğretmenliğe aldılar beni. Karım İstanbul’da, yalnızım. Elime ayda 50 lira geçiyor. Otele 60 lira veriyorum. İstifa ettim, döndüm İstanbul’a…” 

“1947’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Fransızca derslerine giriyorum.  1954’te gözler iyice gitmeye başladı. Başarısız birkaç ameliyat, sonuç yok… 1955’te Vapurla Marsilya üzerinden Paris’e gittim. 6 ay süren tedaviden de bir sonuç alınamayınca, yurda döndüm. Gözlerimi yani her şeyimi kaybetmiştim. Beklediğim hiçbir şey yoktu. Yazdıklarım hiçbir yankı uyandırmamıştı. Ne yazacaktım?”

                                 *      *     *

Değerli okurlar, Cemil Meriç’in “Ne yazacaktım? Diyen ve bir ümitsizliği ifade eden bu cümlesinden sonra, akışı kesmek ve araya girmek zorundayım. Yoksa bu yazı uzayıp gidecek. Görme yetisini, tamamen kaybeden yazarımız, haliyle büyük bir bunalım süreci yaşadı. Sonra yakın dostlarının yardımlarıyla bu bunalımı atlattı ve yazarak, bir yandan da, yardımcılarına okuttuğu kitapları dinleyerek hayatla yeniden bağ kurdu. Böylece, bir kez daha o çok sevdiği kitapların büyülü dünyasına dönmeyi başardı.

Sevgi ve Hoşgörünün Sembolü: Hacı Bektaş-ı Veli Sevgi ve Hoşgörünün Sembolü: Hacı Bektaş-ı Veli

Gel gelelim, şansızlıklar bir türlü yakasını bırakmadı. 1983’te eşini kaybetti, aynı yılın ağustos ayında beyin kanaması geçirdi ve sol yanına felç indi. 13 Haziran 1983 tarihinde, İstanbul’da yaşamını yitirdi.

Her zaman: “Maziyi, atiye bağlayan bir köprü olmak” isteyen Cemil Meriç, bunu başardı ve bizim için mutlaka okunması gereken çok değerli kitaplar bıraktı. İşte, kitaplarından birkaçı: Bu Ülke, Mağaradakiler, Umrandan Uygarlığa, Kırk Ambar, Jurnal-1, Jurnal-2 ve diğerleri… Rahmetle ve saygıyla…

Editör: Haber Merkezi